Öyküler dinlerdim, her birinde farklı bir kurgu, farklı bir yaşanmışlık, farklı bir son olan öyküler. Sonların doğurduğu başlangıçlar ve o başlangıçların getirdiği sonlar dinlerdim. Koşan, duran, seven, üzülen, gülen, ağlayan insanların öyküleri... Bambaşka yüzler, tenler, bedenlerin elleriyle yazdıkları, kulaklarımla işittiğim öyküler... Kapı önünde oturan yapayalnız Saniye teyzenin, '' Bozaaa !!! '' diye bağırarak üç beş kuruş kazanmaya çalışan bozacı amcanın, aşkına karşılık alamayan Ekrem ağabeyin, sevdiği adama kaçan Kamile ablanın ilmek ilmek örüp üzerlerine giydiği, bedeni büyük gelince seneye de giyerim dediği öyküler dinlerdim.
Derlerdi ki hep her insan kendi öyküsünü yazmaya gelir dünyaya; bazılarının öyküsü üç satırda biter, bazılarınınsa '' Hayatım roman.'' diye dolaştığını görürsün. İster roman ister tek bir mısra olsun er nihayet biter öyküler. Rafa konur okunmuş kitaplar gibi, yenileri geldikçe eskileri daha kenarı itilir. Senin bildiğin öyküleri çocukların bilmez, hatta sen dahi unutursun.
Aklım tam yetmese de söylenenlere kendi öykümü yazmaya başlayacağım zamanı beklerdim. Öykülerimizin biz yazmayı öğrenmeden önce yazılmaya başladığını bilmez, beklerdim. ''Acaba...'' derdim kendime zaman zaman: Acaba benim öyküm bir mısralık mı olacak roman gibi uzun mu? Cevabını bulamaz, oyuna dalardım. Dinlediğim öykülerdeki kahramanlar oyunumda can bulurdu tekrar. Ben onların öykülerine farklı sonlar yazardım, onlar oynardı. Nasıl bir son yazarsam yazayım sevmezdim sonları. Böyle olunca yine kendi öykümü düşünür sormaya başlardım '' Acaba?... '' diye.
Sonra sonra buldum cevabımı. Sonu olmayan bir öyküm olmalıydı benim; takılıp kaldığım yerden devam edecek bir elim, bir yüreğim daha olmalıydı. Benim öyküm onun, onun öyküsü benim olmalıydı. Ben '' O '' olmalıydım, '' O '' ben... Biz değil BİR olmalıydık ve ben bir öykü yazmalıydım; sonu olmayan, unutulmayan, rafa kaldırılmayan bir öykü. BİTMEYECEK BİR ÖYKÜ...