24 Aralık 2010 Cuma

BÜYÜDÜK



'' Keşke ben de büyük olsam, tamir edebilsem. '' dedi yeğenim, elimde alet edevatı görünce. Güldüm. Çok eskilerden kurduğum tanıdık bir cümleyi anımsattı bu cümlesi  bana. Sustum. Boğazıma bir şeylerin takıldığını hissettim, yutkundum, geçmedi...

Büyüdük; kanayan dizlerimiz kabuk bağladıktan sonra onları koparmakla meşguldük anlamadık. Büyüdük; patlayan topun, kırılan camın davasını çözmeye çalışırken hissetmedik. Büyüdük; okula giderken, sıra arkadaşımızla masamıza sınır çizerken,kaybolan silgimizi ararken, çöp kutularına kalemlerimizi açarken, ''KEŞKE BÜYÜK OLSAYDIM'' diye düşünürken büyüdük,  fark etmedik.

'' Şimdi paramız yok, olunca alırız bu oyuncağı. '' ya da '' Kahve içersen arap olursun'' cümlelerinin yalan olduğunu öğrendiğimizde canımızı daha fazla hiçbir şey yakamaz diye düşündüğümüz günü gülerek hatırladığımız an; kocaman ucu bucağı olmayan hayaller içinden törpüleye törpüleye parlattığımız o minik hayal parçasının bile düşüp kırıldığını gördüğümüz zaman büyüdük.

 Alice' in maceralarını dinlerken, büyüyen bedenimize küçük geldi dünya, küçüldü insanlar... Düştüğümüzde dizlerimizi silkip, acıyan ellerimizi üfleyerek, yardım almadan doğrulmayı başardığımız gün büyüdük. Canımızı yakan şeyin dizimizdeki yara yerine büyümek olduğunu anlamadan büyüdük...



                                        

8 Aralık 2010 Çarşamba

HAMİLEYSE NE İŞİ VARMIŞ- MIŞ



 Tecavüze uğrayan kız için '' Gece sokakta ne işi varmış ?'' sorusunu soran beyinler, bu gün '' Hamileyse eylemde ne işi varmış ? '' sorusunu soruyor. Peki bu kadın hamile olmasaydı da o tekmeleri yemeyecek, biber gazına maruz kalmayacak mıydı ? Elbette birşey değişmeyecekti, yaşananların farklı olabilmesinin tek yolu eyleme katılmamaktı. Eyleme katılmayacak, susacak, fikrini söylemeyecek, protesto kelimesini ağzına almayacak, hamileyse de uslu duracak evinde oturacak, günü gelince doğuracak!
 Senin görevin bu KADIN; en az üç çocuk yapacaksın, sistemin işlemesi için KUZU gibi çocuk yetiştireceksin bedeni büyüyen, zihni kör olan çocuklar... '' Peki efendim '' demeyi bilen adamlar, ''Peki bey'' demekten başka birşey bilmeyen kadınlar yetiştireceksin. İş bulamayacak, bulduğunda arı gibi çalışacak, köpek gibi itaat edecek insanlar yetiştireceksin. Başkanın insan gibi görmediği, bakanın insan gibi görmediği, polisin insan gibi görmediği insanlar yetiştireceksin. İnsan olmayanların döndürdüğü çarklarda insan olduğunu unutmuş  insanların dişli olmaları için doğuracaksın kadın... Dişli tırnaklı olmayacaksın, çarklara dişli yetiştireceksin.
 Sistem teklemeye başlarsa, dişler olurda takılırsa tekmelerle çalıştırmaya devam edecekler, tutukluk yapan kumandaya, görüntüsü giden televizyona vurdukları gibi vuracaklar, cansızmışsın gibi vurup canından canı koparacaklar ve soracaklar ne işin var kadın hamileysen ne işin var ??? ... (!)
                             
                                        

                                  

1 Ekim 2010 Cuma

YANITSIZ SORULAR


Bu torpillerden hangisi daha büyük? Asgari ücret insanların geçimini ne kadar sağlar? İnsanlar hayal kurmayı nasıl bıraktı? Herkes bu kadar güzel yalan atmayı nerden öğrendi?
Adaletsizlik ve hukuksuzlukla ilgili her sorunun iyi bir geçiştirmesi var. Anlıyorum çünkü Türkiye...

                                          

19 Eylül 2010 Pazar

KADIN OLMAK



 Geçtiğimiz perşembe gününden beri ne zaman televizyonu açacak olsam '' Fatmagül '' karşımda. Gazetelerde, haberlerde her yerde tıklanma rekoru kıran tecavüz sahnesi konuşuluyor. İnternette milyon kez -sadece- tecavüz sahnesi tıklanıyor. Millet olarak sanki bu kareleri bekler gibiymişiz.
 Nedense en ufak öpüşme sahnelerini bile eleştirir, ahlaka aykırı buluruz ama izlemeye gelince rekorlar kırarız. Arama motorlarında porno, kadın, güzel kelimelerini aratırız en çok, Haydar Dümen ' e mesneviler düzeriz, Nihat Hatipoğlu' nu bile arar '' İftar sonrası açık film izlemek günah mı? '' diye sorarız. Kadın kolu görüp tahrik olan adamlar, kumarhaneden dönen kocasının tecavüzüne uğrayan kadınlar tanırız. Cinsel istismara uğramış çocuklar, öz babasının tecavüz ettiği sanatçılarımız bile vardır, biliriz. Bu kadar göz önünde olur herşey ama bir iki yuhalar susarız. Yasalarla bile kafamıza göre oynarız; düğmeli pantolon, fermuarlı pantolon kıyaslaması yapar sonunda düğmeler daha zor açıldığı için tecavüze uğrayan kişide de suç aramanın yolunu buluruz. Çünkü bayıltmak diye birşey yoktur hatta gereksizdir, kıpraşmazsa o da zevk alır(!) bizde böyledir. Oğullarımız için eğreti gelinlerimiz bile varken, ayıp der susturur, ayıp der pusturur, ayıp der kan kustururuz kızlarımızı. Başkalarının ayıplarını öderler bedenleriyle, ruhlarıyla, kanlarıyla... Sonra cevabını bildiğimiz soruyu sormaya başlarız;  film yaparız dizi yaparız yine yine sorarız Fatmagül' ün suçu ne ? Ayşe 'nin suçu ne ? Hatice' nin, Rabia' nın, Emine'nin suçu ne ?...
  Özneleri farklı,  yüklemleri hiç değişmeyen o soru ve öznesi de yüklemi de değişmeyen tek cevap KADIN OLMAK !!!
                                   


                                           
 

14 Eylül 2010 Salı

SEVİŞMEK AYIP DA DÖVÜŞMEK YÜREKLİLİK Mİ ?



 Çocukluğumda çizgi filmler haftasonları erken uyanmam için tek sebepti. Erkenden uyanır üç kardeş yattığımız yerden heyecanla izlerdik her bir çizgi filmi. Acıktığımızı hissetmez,  kahvaltı yapmayı unuturduk. Annemle babamın  bize seslenmekten nefesleri tükenince pes ederler, onlarda bize katılır ve hep beraber izlemeye başlardık. Çizgi filmler bitince oturabilirdik kahvaltıya. Çünkü şimdi olduğu gibi günün her saati izleyebileceğimiz çocuk kanalları yoktu, ya da dvd arşivlerimiz, kendimize ait renkli dvd oynatıcılarımız da yoktu. Ancak haftasonu sabahları izleyip öğrenebiliyorduk tavşanların uyanık, farelerin zeki olduğunu, taş devrindeki dinozorların yerini  jetgillerin zamanında robotların alacağını ve bizlerin her iki zaman dilimi arasında olduğumuzu. Kovalama, koşuşturma vardı ancak vahşet yoktu. En azılı düşmanların bile birbirlerini sevebileceklerini görürdük zaman zaman. Tom, Jerry' nin karda donmasına izin vermezdi mesela. Barny ve Fred'se hep sıkı dostlardı...

 Sonra sonra değişmeye başladı çizgi filmler,
onların değişmesiyle model alıp kendini balkondan atan çocuklar gördük. Karakterler sürekli dövüşüyor, ve birbirlerini halt etmeye çalışıyordu. Belki de '' Zamana ayak uydurmanın yolu budur. '' mesajı veriliyordu alttan alta.
 Şimdilerdeyse durumun daha vahim bir hal aldığını görüyorum, çocuklar için yapılan çizgi filmler hiç de onlara izletilebilecek durumda değil. Yeğenim sebebiyle denk geldiğim bir çizgi filmde aynen şu cümleleri duydum:  '' 4879 yılında dünya zehirli bir yılanın kötülük yuvası haline gelmiş ve paranın yerini kavun almıştır. '' şeklinde bir başlangıçtan sonra biterken de :
'' Unutmayın çocuklar bir sorunla karşılaştığınızda her zaman yumruklarınızı kullanın. ''
diye seslendi filmin kahramanı çocuklara. Sorunları yumruklarla halletmeliyiz mesajı veren çizgi film tüm çocukların izlediği onlara özel bir kanalda yayınlanıyor ancak RTÜK çocuklar için sakıncalı diye bir çocuğun yatakta bulunduğu vakitte yayınlanan dizilere müdahale ediyor.
Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu ? Diye sormuyorum çünkü biliyorum ki
SEVİŞMENİN AYIP DÖVÜŞMENİN YÜREKLİLİK OLDUĞU BİR ÜLKEDE mübah olan budur ve her şey olması gerektiği şekilde işlemektedir.



                                         



13 Eylül 2010 Pazartesi

YANINDA



 Zaman kavramı kalmamış bir haldeyim yanında

İstediğim kadar sorumsuz,

İstediğim kadar umursamaz,

İstediğim kadar hayalbaz...

Varsın dolsun dünya hilekar, riyakar, düzenbaz

Ne dünya umrumda, ne dün ne yarın !

Bir tek o an var, bir tek sen varsın,

Bir tek yanında olmak var !

Ongun bir huzur huzur içindeyim yanında,

Bir çocuğun;

Uçurtmasını uçururken hissettiği kadar özgür,

İstediği oyuncak alınmış gibi mutlu,

Çok sevdiği makarnayı yer gibi keyifli...

Sanki kırmızı başlıklı kız kadar masum,

Külkesi kadar güzelim yanında.

Masallardan çıkmış bir karakterim.

Bir varmış, bir yokmuş gibi,

Hiç olmamış ama hep varmış gibi

10 Eylül 2010 Cuma

OYUN



Büyük bir kumarhane gibi dünya,

Ve hayat riskli bir oyundan ibaret.

Kimileri hep papazı buluyor,

Kimileri blöf yapmakta.

Hep pas geçenlerden başka,

Bazıları beşe, altıya, yediye batmakta.

Sinek, karo,maça da ne ki ?

Tüm kartlar kupa !

Elimizde kalplerimiz, son elli el oynanmakta...



8 Eylül 2010 Çarşamba

ZAMAN ve ...




 Biz beş kişilik bir aileydik. Babam her akşam eve döndüğünde üç kardeş kollarımızı açıp koşardık ona, içten gülümsemesiyle karşılık verirdi morali bozuk olduğu zamanlarda bile. Eve üstü başı temiz dönsede her zaman, yıkanmadan benzin kokusu gitmezdi üzerinden.
 Çok paramız yoktu, ama çok da kötü değildi halimiz. Ama ekonomik açıdan çok zorlandığımız günlerde bile boğazdan kısılmazdı hiçbir zaman. Öyle görmüştük babamdan. Hiçbir şartta aksatmadığımız pazar kahvaltılarımız vardı, kuş sütü eksik denecek türden kahvaltılar. Küçük bıldırcın yumurtalarını kendi eliyle soyar tabağımıza koyardı, annem çaylarımızı dökerdi. Konuşa konuşa yapardık kahvaltımızı, sonrasında geleneksel pazar gezmeleri başlardı. Daha küçük yaşlarda parka, sonraları sinemaya gitmeye başladık.
 Canımı yakan hiçbir şey yoktu çok istediğim barbie bebeğin alınmaması, alınamaması dışında.
 Zaman geçiyordu, bizler büyüyorduk. Çok istediğim bebeği de unutmuş, kendim barbie bebek olma yolunda ilerlemeye başlamıştım. Artık babamla tartışmalarımız kardeşlerimle kavga ettiğimiz için değil, kıyafetlerimle ilgili oluyordu. Çok kızdığı zamanlarda bile kısa bir süre sonra yatağa kapanmış ağlarken yanımda buluyordum onu. Az önce deli gibi kızan adam o değilmiş gibi gülümseyip '' Hadi babuş! '' diyordu. Herşey geçiyordu birdenbire ve benim canımı  yakan birşey yoktu. Çok sevdiğim ip askılı bluzumu giyememem dışında.
 Koca bir yaz tatili geçmiş, okullar açılalı az bir zaman olmuştu. O sene küçük kardeşim de okula başlamıştı, bense aynı okulda sekizinci sınıftaydım.  Babam her gün ikimizi okula bırakıyor sonra işe gidiyordu. Ortanca kardeşimde o okuldaydı, ama öğlenciydi, beşinci sınıfa başlamıştı. Biz sırayla gidip gelirken, annem evde bizi beklerdi. Akşam oldumu tüm aile yemek masasında buluşurdu.
 Okula neredeyse her gün beş dakika geç kalırdık, çünkü babamın hazırlanması hep zaman alırdı.
 Bir cuma günü yine alel acele yola çıktık, o sabah tören öncesi vardık okula, uzun zamandan beri ilk defa erken gelebilmiştik. Sınıflarımızın sıralarına girdik kardeşimle, İstiklal Marşını, andımızı okuduktan sonra arkama baktım, babam hala orada duruyordu. Hayret dedim erken diye gitmedi herhalde daha, sonra okula girerken yine dönüp baktım elimi kaldırdım, görüşürüz diye mırıldandım sessizce. Elini kaldırdı, onunda ağzının hareket ettiğini gördüm ne söylediğini duyamadım.
 Akşam yemeği vakti geldiğinde babam yemek masasındaki buluşmaya geç kalmıştı.
Derken merdivenden gelen uğultulara koştum, kulaklarım uğuldamaya, tüm bedenim titremeye başlamıştı duyduklarımı anlamak niyetinde değildim, anlamak istemiyordum. İlk defa sağır olmak istedim o akşam, ilk defa kör, dilsiz... Hatta ilk defa ölmek istedim. Canım yanıyordu, hemde alev alev. Öyle bir acı ki o anda öldürüp, aynı anda diriltecek kadar güçlü. Ölüp ölüp diriliyordum ama hiçbir şey değişmiyordu.
Etrafımda ki bu karmaşa bitmiyordu, ne demek istediklerini hiç anlamadığım yüzlerce insanın yüzüne bakıyordum çekip gitmeleri için, ah vah edip zaman diyorlardı.
 Zaman... O ki kanayan yaraları sarmak için ilaçmış, o ki tüm acılara merhemmiş... Söylesenize bana, söylesenize iç kanamasını hangi merhem iyileştirebilir ? Olduğunuz yerden bakınca tek bir iz bile bulamayacaksınız, o merhem izini bile silecek yaraların  evet doğru belki de. Peki ya kanamaya devam eden içteki yara ?

 Canım yanıyor, alev alev...  Öyle bir yara ki içim hala kanıyor, oluk oluk...
 Biz dört kişilik bir aileyiz, şimdi hepimiz büyüdük  içimizdeki yaralarla birlikte, biz dört kişilik bir aileyiz bayram gibi güzel günlerde hala burukluk yaşayan, büyümeyi bekleyen bir aile.

                                                


                                      

5 Eylül 2010 Pazar

BEN BÖYLEYİM


Ne ergenlik çağımda, ne de şimdi sanırım hiçbir zaman normal bir genç kız olamadım. Nedense bir oyuncuya karşı hayranlığım olmadı, ya da erkek - kadın hiçbir müzik sanatçısı ilahım olmadı benim. Konsere gittiğimde yakından görebilmek uğruna bayılmadım. Odamı süsleyen posterler; defterimi süsleyen kart postallar, yapıştırmalar hatırlamıyorum hiç.
 
Johnny Depp filmlerinde kaldı, rüyalarıma girmedi. Aktör filmini oynuyordu, sporcu oyununu. Ben sadece izleyici oldum hep.
 Futbol maçını da izledim, basketbolu da. Sosyal ağ sitelerinde her gün yeni bir basketbolcuyu beğenmedim, aynı  fotoğraf karesinde yer alabilmek için maçlarda gönüllü de olmadım. Zaten iri cüsseli pivotların tipinden öte, oyun kurucuları sevdim ben. Onların da takımın beyni olmalarını sevdim.
 İçinde dev geçen hiç bir tamlamayı sevmedim, sevemedim. Ürkütücü geldi her zaman. Dev adam, dev kazanı, dev aynası...
 Ben bu anormalliğimi sevdim, hiçbir zaman da '' Ayna ayna söyle bana!  '' demedim.





   

4 Eylül 2010 Cumartesi

BİN BİR GECE-GÜNDÜZ SORULARI


Üniversite hayatım boyunca yaptığım her yolculukta kabusum olan çocuklar hatırlıyorum. ''  Suyumu kendim içeceğim, otobüsten kendim ineceğim, şunu ben yapacağım, bunu ben yapacağım '' gibi  ''BEN '' vurgusu üzerine kurulan cümleler  insana ayrı bir kriz geçirtmiş, bu seferde girişimcilik duygusuyla dünyayı algılamaya, anlamaya, öğrenmeye çalışırken sordukları o sorularsa bambaşka bir kriz sebebi haline gelmiştir. Sürekli sorgulama halindeki çocukların bu tavrı başlarda şirin gözüküp daha sonra beni deliye çeviriyor ve zaman zaman kafamda komplo teorileri geliştirdiğimi bile fark ediyorum.

 Belediye otobüsünde ayakta gitmek durumunda kalmış bir anne ve oğlu, çocuğun ağzında kocaman bir lolipop annesi her ne kadar '' Aman oğlum bak ayaktayız, düşersen boğazına girer! '' şeklinde ikazlarda bulunsa da önceleri inatla muhalefet oluyor, sonra sorularını daha rahat sorabilmesi için ağzının boş olmasına kanaat getiriyor sanırım ki çıkartıp uzatıyor şekeri annesine. Ah diyorum, ah be çocuk ne yaptın? Yiyeydin o şekeri adam gibi sen rahat, annen rahat, otobüs halkı hepinizden rahat. Bu sırada sorgulama başladı tabii ;

- Anne bu ne ?

- Lokomotif oğlum.

- Haa, ben bunu sürmek istiyorum

- ....!!! ???

Cevap alamayınca konu değişir...


- Anne burası neresi ?

- Alsancak yavrum.

- Anneannemler burada oturuyor yani.

- Hayır oğlum, Balçova ' da ya onlar.

- Hımm... (Anlayıp susacak sanıyorum, sus sus da şu notlara bir göz gezdireyim eyy çocuk)  Peki burada kimler oturuyor ?

- Kimse

- Burada kimse oturmuyorsa, yürüyen insanlar nerede oturuyor ?


Çocuğun salak saçma sorularından sıkılan başka bir teyze
akıllıca bir hamle ile hemen  lafa giriyor başlıyor çocuğu soru yağmuruna tutmaya; adın ne, yaşın kaç, nereye gidiyorsun ?  Bu güzel hamle ile utanıp pusan çocuk yol boyunca bir daha gık demiyor ve bir çok insanın ben gibi oh çektiğini gözlemliyorum.

Neyse ki burada delirten sadece çocuktu, anne gayet lokomotifin raylar üzerinde gittiğini ve onu makinistin yönlendirdiğini açık dille anlatabildi çocuğa. Ama bunun çok tersi bir durumla bir iki dakikalık metro yolculuğumda karşılaştım. Çocuk daha adımını attı ve soru yağmuru başladı '' DINNN ...''

- Anne bu nasıl gideyo ?

- Tekerleri var kızım. Onlar döneyoo, bu gideyo.

- Peki kendi mi gideyo, kim süreyo

- Ee şöferi var o süreyo.

- Hıı...

Tam bir soru daha geliyorken, '' Hadi hadi ineyoz, kak kak '' denilip, hafifte iteklenerek çocuk indiriliyor.  Sonra düşündüm de bu çocuk acaba ne zamana kadar metronun arabadan-otobüsten farklı bir şekilde ilerlediğini, kullanan kişininse şöfer değilde vatman olduğunu öğrenecek. Bilemiyorum, belki de hiç...


Bunlar yine cevap verilebilecek tarzda sorular, bir de bazen herkesin içinde pat diye sordukları ve ne desem acaba şimdi diye düşündüğün sırada  bozulmuş plak gibi yüz defa tekrarlanan, '' İshal ağızlı çocuk '' diye nitelediklerim var. Tam bir baş belası...

 Doğal yaşam parkındayız , çocukların şaşkınlık dolu çığlıkları, soruları yükseliyor etraftan, yürüyoruz. Küçük delilerin, küçük at sıfatını uygun bulup pek bir sevdikleri midillilerin önüne geldik. Bir grup delikanlı başını uzatan midilliyi okşuyor, ve hayvanın da ereksiyon olası tutuyor. Görüntü giderek daha korkunç hale geliyor, midilliyi seven grup '' Aman oğlum kaçın! '' şeklinde cümleler ve böğürtümsü kahkalarla uzaklaşırlarken çitlerin dibine bir baba ve elinden tuttuğu kızı yaklaşıyor. Adam tabii başta görmüyor ama küçük kız boyunun mesafesinde anlam veremediği bir görüntüyle karşı karşıya kalıyor ve patlatıyor soruyu :

- Aa baba o ne ?

  Durumu fark eden şaşkın baba :

- Gel kızım ördeklere bakalım.

- Baba o ne ?
- Baba o ne ooo ?
- Baba ata ne olmuş?
- Baba orada ne çıkmış ?

Kalabalıkta yırtınmaya devam eden kızını milletin sessiz kahkahaları eşliğinde uzaklaştırmaya çalışan baba kıpkırmızı ve çaresiz...

Karar verdim fazla merak hiçbir yaşta iyi değil...


2 Eylül 2010 Perşembe

ÇOCUKLAR GİBİ ŞENDİK




Gün 23 Nisan ' dı ve biz çocuklar gibi şendik...Güneşli bir uşak sabahına
uyanmıştık zar zor kısık gözlerle... Böyle bir günde miskin miskin yatmak olmazdı. Hele ki hazır İzmir' de Tüyap
da açılmışken. Benim biletim hazırdı ancak son anda Sevdicek de gelmeye
karar verince işler değişti tabiki , lise yıllarımda okula hazırlık
hariç hayatımda o kadar hızlı hazırlandığımı hatırladığım günler çok
nadirdir. O kadar hızlı hazırlanmamıza rağmen sevgilimin
saç yapması vs de buna dahil (O ki tam çıkmaya yakın hep hazır
oldunu soyleyip son anda on dk sac yapan insandır çok varmış gibi
). Otobüs kaçtı kaçacak dedim ben hemen taksiyi getirtiyorum sen
eşyaları al gel, çıktım sabahın köründe karşıdaki taksiye gittim ancak Uşak 'ta taksi kültürü pek olmadığı için taksiyi bulursan içinde şoförü
olmaz, şöforü bulsan taksi olmaz. Bu ikisini bir araya getirmek için
sabah sekiz gibi bağrınmak falan gerekebilir e doğal olarak ben de böyle
yaptım haa tabi ki zar zor bulduğum taksici ile fiyat pazarlığı yapmadan
olmaz...

- Garaja kaça götürürsün amca?

-  On falan yazar işte

- Yapma amca ya İzmir 'e gidiyoruz on beşe, otobüs kaçacak son paramız  kaldı ,7 olsun bari ???

- Tamam,
tamam hadi binin (Salak adam sanki başka seçeneğin var nerede
bulacaksın müşteri Allah aşkına ? Hıhhh --- salak BEN o adam hayır
derse nerden bulacaksın başka taksi ? Üstüne otobüste kaçacak falan neyse
canım ben attım oltamı artık amca da geldi.  )
 Neyse ki bindik
taksici amcaya gaz vere vere : '' Hadi amca otobuse yetistirirsin sen
amca, iki dakikaya atarsın amca, son bir dakika, son otuz saniye ... '' derken ... İşte
geldik.
 ''Aaa aa !!! Kalkıyo önünü kes amca önünü git git dursun! '' Kornalara
basılır işaret çakılır otobüs durdurulur daha sevgilinin biletide
alınmamış üstelik. Ben bagajı vereyim sen bileti al diye çok
hızlı bir görev dağılımı yaptık...

 Ve uzun uğraşlar sonunda
nihayet otobüsümüzde yer alabildik. Her ne kadar aracımız neoplan olmasa
da, sevgilimin konforlu omuzları, mikrofonik sesi benim yolculuğumun
mükemmel geçmesi için yeter de artardı bile. Güle oynaya, konuşa coşa
indik İzmir garajına. Oradan doğru fuara geçtik, sabah sabah bunca
telaş kitap fuarı içindi haliyle kitaplara kavuşmuş olmanın verdiği hüşu
ile bir süre bakındık durduk. Ancak bu kavuşma ne yazık ki kısa
sürecekti çünkü tüm paramızı yola vermiştik ve  dönüş paramız
haricinde sadece beş liramız kalmıştı. Yemek yiyecek paramız bile yoktu
ancak sırt çantamızda muzlarımız, abur cuburlarımız mevcuttu. Dedik biz
bu çanta ile aç kalmayız nasılsa, tamam açlık ihtiyacımız
giderilecek, kültürel ihtiyacımız çok şükür kitaplara baka baka etraftan
broşür toplaya toplaya giderildi. Eee en iyisi biz bu kalan 5 lira ile
''eğlence'' ihtiyacımızı giderelim diyorduk kii kendimizi
lunaparkta buluverdik. Tek bir oyuncak hakkımız olduğu için iyi bir
seçim yapmalıydık ancak elimizde kolumuzda çantalarla biz zaten hangi
oyuncağa binebilirdik ki ? Hıımmm bakalım bakalımmmmm... E tabiki de uçan
halı. Arabik ezgiler türküler eşliğinde, manik kahkahalarımla renk
kattıığım uçan halı deneyiminden sonra indiğimizde ayaklarımız
tutmuyordu. Yok tabiki oyuncağın etkisi değildi bu. Bu olan içimizdeki mutluluğun ayağımızı yerden kesmesiydi , bu tüm tersliklere, son an
heyecanlarına, aç kalma, yolda kalma ihtimallerine rağmen herşeyi göze
alıp beraber olmaktan keyif almaktı, bu tıpkı İKİ KÜÇÜK ÇOCUK gibi
sadece O ANI yaşamaktı, gün 23 NİSAN ' DI ... BİZ ÇOCUKLAR GİBİ ŞENDİK
ve aslında YAŞAMAK DEDİĞİN TAMDA İÇİNDE OLDUĞUMUZ O ANDI..

                                                  

1 Eylül 2010 Çarşamba

BİR ÇOCUK GİBİ AĞLAMAK




Hala
büyümeyen bir yanım var; telaşlı,heyecanlı,mızmız çocuk
yanım...Kanayan dizlerini saramadığı bir zamanda içinden geçenleri
böyle anlatıyor bana :

Zaman nankör,zaman alçak, zaman anlamsız... Mekan yalan, mekan boş,
mekan anlamsız... His: hissizlik... Ne garip yakın hissettiklerinin
bile aslında çok uzakta durması, ne garip kendine bile uzak olmak...
Fazla birşey istemiyorum dediğin an sorgulamak kendini çok mu şey
istiyorum diye, ne garip...Ne garip bir yaşamaktır bu, ne garip bir
döngü, ne garip bir sistem, sistematik...
En hareketli zamanında dört duvar arasında esir edilmiş bir çocuk gibi bakıyorum şimdi olacaklara...Büyüdüğünde ne olacaksın diye sorulan sorulara büyüdüğünde bile adam akıllı cevap verememek ne garip...

                                      

ACELEM VAR


Yaşam şu an avuçlarımda

Hissediyorum onu, sıkıca tutuyorum.

Peki ya benden alınırsa ?

Korkuyorum!

Sanma ki korkum ölüm,
 


Ben gecikmiş olmaktan korkuyorum.

Dünleri yaşamamış, yarınlara gecikmiş olmaktan.

Acelem var !

Akmamış bir damla gözyaşım,

Söylenmemiş bir tek sözüm,

Yaşanmamış bir anım olmamalı.

Hiç birşey için geç kalmamalıyım;

Ne susmak, ne konuşmak için.

Katılarak gülmeli, hıçkırarak ağlamalıyım.

İnsan olmayı öğrenmeli,

İnsanca yaşayabilmeliyim.

Anlıyor musun ?

Ölüme bile gecikmemeliyim.

Acelem var !!!

Sevmesini öğrenmek ve seni sevmek için...


 

afet-i devran-edebik. Design By: afet-i devran

fencing