8 Eylül 2010 Çarşamba

ZAMAN ve ...




 Biz beş kişilik bir aileydik. Babam her akşam eve döndüğünde üç kardeş kollarımızı açıp koşardık ona, içten gülümsemesiyle karşılık verirdi morali bozuk olduğu zamanlarda bile. Eve üstü başı temiz dönsede her zaman, yıkanmadan benzin kokusu gitmezdi üzerinden.
 Çok paramız yoktu, ama çok da kötü değildi halimiz. Ama ekonomik açıdan çok zorlandığımız günlerde bile boğazdan kısılmazdı hiçbir zaman. Öyle görmüştük babamdan. Hiçbir şartta aksatmadığımız pazar kahvaltılarımız vardı, kuş sütü eksik denecek türden kahvaltılar. Küçük bıldırcın yumurtalarını kendi eliyle soyar tabağımıza koyardı, annem çaylarımızı dökerdi. Konuşa konuşa yapardık kahvaltımızı, sonrasında geleneksel pazar gezmeleri başlardı. Daha küçük yaşlarda parka, sonraları sinemaya gitmeye başladık.
 Canımı yakan hiçbir şey yoktu çok istediğim barbie bebeğin alınmaması, alınamaması dışında.
 Zaman geçiyordu, bizler büyüyorduk. Çok istediğim bebeği de unutmuş, kendim barbie bebek olma yolunda ilerlemeye başlamıştım. Artık babamla tartışmalarımız kardeşlerimle kavga ettiğimiz için değil, kıyafetlerimle ilgili oluyordu. Çok kızdığı zamanlarda bile kısa bir süre sonra yatağa kapanmış ağlarken yanımda buluyordum onu. Az önce deli gibi kızan adam o değilmiş gibi gülümseyip '' Hadi babuş! '' diyordu. Herşey geçiyordu birdenbire ve benim canımı  yakan birşey yoktu. Çok sevdiğim ip askılı bluzumu giyememem dışında.
 Koca bir yaz tatili geçmiş, okullar açılalı az bir zaman olmuştu. O sene küçük kardeşim de okula başlamıştı, bense aynı okulda sekizinci sınıftaydım.  Babam her gün ikimizi okula bırakıyor sonra işe gidiyordu. Ortanca kardeşimde o okuldaydı, ama öğlenciydi, beşinci sınıfa başlamıştı. Biz sırayla gidip gelirken, annem evde bizi beklerdi. Akşam oldumu tüm aile yemek masasında buluşurdu.
 Okula neredeyse her gün beş dakika geç kalırdık, çünkü babamın hazırlanması hep zaman alırdı.
 Bir cuma günü yine alel acele yola çıktık, o sabah tören öncesi vardık okula, uzun zamandan beri ilk defa erken gelebilmiştik. Sınıflarımızın sıralarına girdik kardeşimle, İstiklal Marşını, andımızı okuduktan sonra arkama baktım, babam hala orada duruyordu. Hayret dedim erken diye gitmedi herhalde daha, sonra okula girerken yine dönüp baktım elimi kaldırdım, görüşürüz diye mırıldandım sessizce. Elini kaldırdı, onunda ağzının hareket ettiğini gördüm ne söylediğini duyamadım.
 Akşam yemeği vakti geldiğinde babam yemek masasındaki buluşmaya geç kalmıştı.
Derken merdivenden gelen uğultulara koştum, kulaklarım uğuldamaya, tüm bedenim titremeye başlamıştı duyduklarımı anlamak niyetinde değildim, anlamak istemiyordum. İlk defa sağır olmak istedim o akşam, ilk defa kör, dilsiz... Hatta ilk defa ölmek istedim. Canım yanıyordu, hemde alev alev. Öyle bir acı ki o anda öldürüp, aynı anda diriltecek kadar güçlü. Ölüp ölüp diriliyordum ama hiçbir şey değişmiyordu.
Etrafımda ki bu karmaşa bitmiyordu, ne demek istediklerini hiç anlamadığım yüzlerce insanın yüzüne bakıyordum çekip gitmeleri için, ah vah edip zaman diyorlardı.
 Zaman... O ki kanayan yaraları sarmak için ilaçmış, o ki tüm acılara merhemmiş... Söylesenize bana, söylesenize iç kanamasını hangi merhem iyileştirebilir ? Olduğunuz yerden bakınca tek bir iz bile bulamayacaksınız, o merhem izini bile silecek yaraların  evet doğru belki de. Peki ya kanamaya devam eden içteki yara ?

 Canım yanıyor, alev alev...  Öyle bir yara ki içim hala kanıyor, oluk oluk...
 Biz dört kişilik bir aileyiz, şimdi hepimiz büyüdük  içimizdeki yaralarla birlikte, biz dört kişilik bir aileyiz bayram gibi güzel günlerde hala burukluk yaşayan, büyümeyi bekleyen bir aile.

                                                


                                      

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

 

afet-i devran-edebik. Design By: afet-i devran

fencing